1929'un o müthiş kışında "memleket ne halde" sualine cevabı gözleriyle görebilmek için karlar, buzlar içinde binbir zorlukla Kırşehir'e varabilmişti. Şehrin kapısında Vali, üzerinde frak, başında silindir şapkası ile Cumhurbaşkanını karşıladı. Gazi sordu:

"Vali Efendi, bu kıyafet nereden icap etti?"

Vali bir Bab-ı Ali alışkanlığı içinde: "Efendimiz... Yol ve Erkan…’’ diye söze başlayınca dayanamıyor:

"Bu memleketin beklediği yol, şu karda kışta üzerinde emniyetle geçilebilecek yoldur." ve kalmıyor, Kırşehir'den Yozgat'a doğru devam ediyor yoluna Yozgat sınırında Vali Boran; kamyonlarla yolu açmaya çalışırken karşısında buluyor Mustafa Kemal'i.

Yanındaki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya dönüyor:

"Her ile böyle yol, erkan bilen valin yok mu?" ve soruyor:

"Dilediğin zaman gidemediğin yere, nasıl VATANIM diyebilirsin?" Atatürk'ün özlediği yöneticiler, Yozgat Valisi gibi halka inen, çalışkan, mütevazi yöneticilerdir.

O, barış anlayışıyla tüm dünyaya nefret yerine sevgi, korku yerine güven, yeis yerine ümit getirdi ve O'nu Asya'dan Afrika'ya her ülkeden insanlar yürekten, gerçekten sevdiler. İşte en güzel örnek: Hikmet Feridun Es anlatıyor:

   "Türk Milleti, tarihinin hiçbir döneminde tek evladının ölümü üzerine bu derece gözyaşı dökmüş, bu derece içten hıçkırmış değildir.

Sonradan öğrendik ki, 10 Kasım günü bizlerle birlikte Endonezya'dan Pakistan'a; Afrika ortasından Finlandiya'ya kadar dünya gözyaşı dökmüştür. Kemal Atatürk belki de bütün dünya tarihinde kendisi için en çok ve en umumi bir şekilde ağlanmış insandır.

Şimdi buna dair bir sahneyi anlatmak istiyorum:

   Dolmabahçe Sarayının loş, büyük salonunda katafalkın karşısında birkaç gazeteci arkadaşla birlikte bekliyorduk. Halk matem nehri halinde onun önünden geçiyordu. Askerler, mektepliler, siviller, gençler, ihtiyarlar... Birdenbire bu matemli insanlar arasında omuzları düşük, yüzü sapsarı olmuş, gözleri kızarmış bir adam dikkatimizi çekti. Bu zatı gözümüz ısırıyordu. Ama kimdi? Bulup çıkaramıyorduk. Ziyaretçi adeta dermansız adımlarla ilerledi. Atatürk'ün ayak ucunda bir an durdu.

O'nu Hürmetle selamladı. Sonra gözyaşlarını göstermemek için hemen siyah gözlüğünü çıkarıp taktı.

   Hiç kimse farkında değildi ki, bu kalabalığın içinde şu yüzü sapsarı ve omuzları düşük insan bir kraldır. Afgan Kralı Amanullah Han. Son derece hasta olmasına rağmen, Atatürk'ün ölümünü işitince, başka bir isimle uçağa atlamış ve kimsenin haberi olmadan İstanbul'a gelmişti. Alelade bir ziyaretçi gibi kalabalığa karışmıştı.

Koridoru geçince yanına yaklaştık. Ağlamaklı sesi Dolmabahçe Sarayının karanlık dehlizinde titreyerek: "39 derece ateşim var. Fakat felaketi işitince duramadım. O'nunla vedalaşmaya ve ağlamaya geldim." dedi. Sonra başını önüne eğip bize veda ederek uzaklaştı.

 

Bu bir resmi nezaket ziyareti filan değildi. Her şeyini hatta parasını, tacını kaybetmiş üstelik çok hasta bir adamın 39 derece ateşle O'na veda etmek için her türlü riski göze alarak başka bir isimle, Roma'dan İstanbul'a gelmesidir.

Atatürk ulusunun yenilgisini zafere, çöküşünü yükselmeye, gerilemesini ilerlemeye dönüştürebilmiş bir dahidir.