Çanakkale Şehitleri ve Mehmet Akif Ersoy, Çerkezköy Müftülüğü ve Kızılpınar Merkez Camii Derneği işbirliği ile Kızılpınar Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir panelde anıldı.
Gazetemiz haberi “katılım yoğun” diyerek verdi. Gerçekten de mülki erkan ile birlikte çok sayıda vatandaş katıldı.
İşte biz bu sebeple bu ülke insanını çok seviyoruz. İşte biz bu sebeple “bu yüce Türk milleti dünya durdukça birlik ve beraberlik içinde var olmaya devam edecektir” diyoruz.

Tıp Bayramı etkinlikleri yapıldı geçtiğimiz günlerde. Haberini görmüşsünüzdür, çok güzel bir program olmasına rağmen katılım azdı. Bir başka yerde teknoloji ve Sağlık konferansı veriliyordu, katılım azdı. Meslek edindirme kursları açılmıştı onlara bile katılım azdı. Bu milletin sosyal sorumluluk alanında kimseyle pek işi nedense olmamıştır ve olmaz…
Tiyatroyu onlarsız yaşatacaksınız yaşattığınız kadar… Romanı onlarsız yazacaksınız… Konferanslarda seminerlerde genelde bildik çehrelere konuşacaksınız… Ama bu yalnızlığınız için bu yüce Türk milletini asla küçümsemeyeceksiniz… Zaten küçümseseniz de sadece kendinizi küçümsemiş olursunuz.
Niye mi?
Bu millet işini gücünü bırakıp ne zaman nerede ve hangi toplantıya katılacağını herkesten çok iyi bilen ve anlaşmışçasına hemfikir olan yüce bir mayaya sahiptir.
Bakınız Çanakkale şehitlerini anma toplantısında salon ağzına kadar dolmuş, ayakta kalanlar dışarıya taşmıştır…
İşte bu millet kendi değerleriyle örtüştüğünde, damarlarındaki asil kanın sıcaklığını anında hisseder ve genetiğinde var olan vatan sevgisiyle bir araya toplanıverir…
Yalnız Çanakkale Zaferi, o zafere imza atanlara yapılan vefasızlığı unutturmamalıdır…

Evet, 100 sene geçti Çanakkale Zaferi'nin üzerinden… Yıllar yılı bu zaferle ilgili ne hatıralar yayınlandı. Yıllar boyunca neler söylendi neler konuşuldu o kahraman şehitlerimizin anısına...
İngilizlerin jurnaliyle Avustralya’dan gemilerle Çanakkale’ye gelip de Türklerle savaşıp yaralandıktan sonra Türkler tarafından tedavi edilen Anzak Joseph Miller’in anlattıkları enteresandır.
Miller, Çanakkale savaşında ölmüyor. Türklerin eline esir düşüyor. Türkler kendi tayinlerinden vererek onu yaşatıyorlar. Savaş sonrası memleketine gönderiliyor. Kendisine bu kadar iyi davranan Türklere minnettar kalıyor.
“Hiç olmazsa bayraklarını pazuma dövme yaptırayım” diyor.
Geriye kalan ömrünü Amerika’da geçirirken, hastalanıp gittiği hastanede tesadüf sonucu karşılaştığı asistan bir Türk Doktor, kolundan kan alırken kolundaki dövme bayrağı görüyor. Doktor kendini tanıtınca o günleri hatırlamakla kalmayıp bir de Müslüman olarak adını Ömer olarak değiştiriyor. Anzak Ömer oluyor.

Dillerde dolaşır Kirte köyündeki Kirte mangası… Bir keramet olarak o günden beri her akşam ikindi üzeri nöbet yerine yürüyen, bu manga ve askerlerin kimi zaman yöre halkı tarafından görüldüğü rivayet edilir. Hem de o zamanki kılık kıyafetiyle… Bu efsane dolanır durur.

Bir başka efsanedir Çanakkale’deki Onbaşı Mehmet
O Mehmet ki, cephede bütün arkadaşları tek tek şehit düşmesine rağmen, kendisi bugün ancak hızlı çekim filmlerde görebildiğimiz bir süratte, tek başına mevzideki bütün topları baştanbaşa teker teker doldurur. Sonra hepsini teker teker ateşleyerek karşıdaki düşmanı, sanki “bir manga asker savunma yapıyor” hissini vererek püskürtür.

Ve hepimizin bildiği bir yiğit… Havranlı Seyit Onbaşı…
Deniz savaşının tüm şiddetiyle devam ettiği bir anda, vinci bozulan topun 215 okkalık (175 kg.lık) top mermisini tek başına kaldırarak topa yerleştir ateş ederek OCEAN zırhlısının dümen tertibatını isabet kaydeden ve böylece Çanakkale’yi geçilmez kılan Havranlı Seyit Onbaşı…
Ve o Seyit Onbaşı ki, Osmanlı’nın Son Kilidi Çanakkale isimli muhteşem eserde, Araştırmacı - Tarihçi Muammer Yılmaz 421-426 sayfalarda “Seyit Onbaşı’ya vefasızlık” adlı makalesinde ona yapılan vefasızlığı anlatır:
“Mondros Mütarekesinin ardından köyüne dönmüştür. Ne var ki Aziziye Kahramanı Nene Hatun gibi Seyit Onbaşı da fakir bir hayat yaşar. Seyit Onbaşı, bir süre odun kesip geçimini sağlamış sonra Havran’da bir zeytin fabrikasında hamal olmuştur. Bu sırada zayıflayan bedeni üşütüp vereme yakalanmış ve o verem, Yedi Düvel’in kahramanının sırtını yere getirmiştir.
Kızı Ayşe Yıkar babasının ardından şöyle der:
“O zaten gençliğinde hep aç ve sefil yaşadı. Annem de sefillik içinde öldü. Babamdan geriye bir şey kalmadı. Çünkü hiçbir şeyi yoktu. Ama bize iyiliği, doğruluğu ve mertliği bıraktı. Öyle bir babanın kızı olduğum için kendimle iftihar ediyorum.
Devlet baba, hiç olmazsa son zamanlarında huzurlu bir şekilde ölmesi için imkân sağlayabilirdi. Babam devletin bir çivisinden bile faydalanamadı. Bir süre Havran Kaymakamlığınca belirli bir maaş bağlanmıştı ama o maaşı hiç kullanmadı. Zaten bir süre sonra da maaşı kesildi.”

Sevgili okuyucular,
Bu vefasızlığı okurken ister istemez akla gelmiyor mu Han-ı Yağma şiiri?
Hani şu meşhur şiir:

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Sonra…
Her sene 18 Mart'ta Çanakkale’yi “Zafer Destanı” olarak kutlarsınız… Böylece bu vatana olan kutsal görevinizi yerine getirirsiniz…
Sonra... Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar…

Sağlıcakla…