İslâm davasının son yarım yüzyılda yetiştirdiği büyük dava adamlarından biriydi Muhsin Yazıcıoğlu.
O bir Reis’ti. Arkasına taktığı gençlere tam anlamıyla ağabeylik yapmıştı.
İnandığını yaşayan, yaşadığına inanan bir karakteri vardı. Siyaset yapıyordu ama politikayla alâkası yoktu. Çünkü politikadaki ayak oyunlarından, birbirine kazık atmaktan imanı onu men ediyordu. Onun için politik hiç düşünmedi. Hep davasını yani İlay-ı Kelimetullah davasını ileri götürebilmek için çabaladı.
Diyebilirim ki bütün ömrünü bu uğurda harcayan nadir dava adamlarından biriydi.
Zaten O, “Dava adamı” isimli makalesinde hep kendine bakmış ve dava adamının nasıl olması gerektiğini yazmıştı. İslâm dünyası ve bahusus Türkiye üzerinde oynanan küresel ve yerli işbirlikçilerinin şerli plânlarından haberi vardı. Bu menhus plânları boşa çıkarmak için var gücüyle gayret etti. Müslüman Türk insanının yetişmiş gençlerini yok etme darbesi ve projesi olan 12 Eylül öncesinde dik durduğu gibi 12 Eylül sonrasında yattığı ceza evinde de hep dik durdu.
İdamla yargılanmasını düşünmekten çok kendisiyle birlikte ceza evlerinde yatan ve idamla yargılanan arkadaşlarını düşündü. Onların idam edilmemesi için birçok plân yaptı.
Ceza evinden çıktıktan sonra da boş durmadı. Kurduğu vakıfla mağdur arkadaşlarına yardım elini uzattı. Davayı istismar ederek kendirline dünyalık peyda edenlerin bütün aymazlıklarına rağmen yolundan dönmedi.
Yoluna başını koyduğu davasının başka plânlara ve projelere yem edildiğini anladığı anda ayrılış kararını verdi ve kendi gibi inananlarla davanın gerçek yolunda ilerlemek için BBP’yi kurdu. Peşinden gelen gençlere ise eski mazilerinin menfi algılamalarından kurtarmak için “Alperen” ismini taktı. Gençlik teşkilâtına da önce Nizam-ı Âlem Ocakları, sonra da isim değiştirerek Alperen Ocakları ismini verdi.
Her türlü oynaklığın, dalaverenin, arkadan vurmanın, kazıklamanın revaçta olduğu siyasî arenada ilerlemek sanıldığı kadar kolay değildi. Bir de buna ayrıldığı teşkilâtın menfi propagandalarını ve parasızlığı da eklerseniz, nasıl bir zorlukla karşı karşıya olunduğunu herkes tahmin edebilmektedir.
Yazıcıoğlu, isteseydi siyaset yapmak için bol miktarda para bulabilirdi. Ama para alanın emir de alacağına inandığı için böyle süflî bir yola tevessül etmedi. Parasızlık sebebiyle canına tak eden arkadaşlarının para temin etmek için teklif ettikleri bazı yolları ise hemen reddetti. Muhsin Reis, kurduğu partisini ve gençlik teşkilâtlarını böyle zor durumda maaşlarından, çocuklarının süt paralarından kestikleri meblağlarla ayakta tutmaya çalıştı.
Mücadele zordu; düşman kavi olsa da imanın lezzeti daha ağırdı. Gelen bütün zorluklara tahammül etti. Ancak bazı noktalardan gelen darbeler vardı ki, bunlara tahammül etmek çok zordu.
Arkadaşları tarafından yarı yolda bırakılmak belki de Muhsin Reise en zor gelen hareketti. 1992 yılında beraber yola çıktığı bazı arkadaşları (Haklı veya haksız) değişik gerekçelerle Muhsin Reis’in yanından ayrılma yolunu tuttular. 7,5 yıl hücrelerde yılmayan Muhsin Reis belki de en büyük darbeyi bu arkadaşları tarafından yedi.
Zamanla bazı en yakın arkadaşları bile Muhsin Reis ile yollarını ayırdı. Kimi başka partilerde gördüğü ranta kandı; kimi makam sevdasına kimi de nefsinin hülyalarına kapılıp gitti. Gidenlerin belki kendine göre geçerli gerekçeleri vardı; ama Muhsin Reis cephesinde gitmenin mazereti olamazdı.
“Mazeret terazisi küfrü bile tartar” demiş büyüklerden biri. Gidenlerin uydurdukları mazeretler de böyle oldu.
18 yıla yaklaşan bir mücadele belki de tarihin en zor mücadelelerinden biriydi. Bu zorluk düşmandan çok kendi arkadaşlarından gelen darbelerle günden güne arttı.
Böyle zor bir dönemde ülkenin kaderiyle oynamak isteyen Derin çetelerin menhus plânlarını sezen muhsin Reis, mücadele cephesine bir de bunları kattı. Bu Derin çetenin giriştiği birçok teşebbüsten kurtulan Muhsin Reis, son saldırıdan kurtulamadı ve çok özlediği “Sonsuzluğun Rabbi’ne” yürüdü.
Biz ilk günden beri bu işin bir suikast olduğunu yazdık ve öyle inandık. 2,5 yıldır da bunu anlatmaktan dilimizde tüy bitti. Belki bu başlarda delile dayanmıyordu ama kuvvetli kanaatimiz vardı. Ve bugün bu kanaatimizin ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.
Ancak Muhsin Reis’e yapılan suikast girişimi sonrasında yaşanan bazı olaylar hayatta iken yaşadıklarına benzemeye başladı. En yakınında olanlar bile bu işin bir kaza olduğuna inanmış gibiydiler. Derin çeteler ve uzantıları bu menhus suikast girişiminin kaza olduğunu hiç ara vermeden tekrarlayarak gerçeği perdelemek istediler. Bir kısım Kartel medyası ile Hükümetin bazı bakanları da buna çanak tuttular. Bu süreçte Ulaştırma Bakanı’nın aymazlığı ise tam anlamıyla tarihe geçecek bir hamakat örneğiydi.
BBP yönetiminin bu husustaki tavrı da hep kaza olduğu yönündeydi. Bizzat Muhsin Reis’ten sonra onun koltuğuna oturanlar bu işin kaza olduğunu söyleyenlere teşekkür girişimlerinde bulundular. Hatta bazen gaza gelerek “Başbakanım, Alperenler emrindedir” gibi aymazca sözler sarf ettiler. Hatta duyumlar doğru ise, bu işin araştırılması için verilecek dilekçelerde kendi isimlerinin bulunmaması için değişik gerekçeler uydurdukları söylendi.
Muhsin Reis’in şehadetinden sonra arkada bıraktığı partisinde ve gençlik hareketinde yaşananlar ise tam anlamıyla bir travmaydı. Zira adı “Büyük Birlik” olan bir hareket daha Muhsin Reisin kanı kurumadan kendi içinde bölünmeler yaşamaya başladı. Koltuk için verilen kavgalar medyaya taştı. Yönetime talip olan bazı Alperenler, eşkıyalıkla, İBDA-C taraftarı olmakla suçlandı. Yapılan pazarlıklarda Alperenler ve dava adamları partiyi bölmek istemekle suçlandı. Kimileri de gidip bu ülkenin en büyük madrabazlarından olan birinin elini öpmekten geri durmadı. Parti, Atatürkçülerle, Ergenekon artıklarıyla, Ülkücülükten geçinenlerle, Ulusalcılarla, alnı secdeye gitmeyenlerle doldu. İlay-ı Kelimetullah davasının peşinde gittiğini iddia eden bazı yöneticilerin akşamları okey masalarında güya davayı (ne davasıysa?) kurtarma planları yaptıklarına şahit olduk.
Hülasa etmek gerekirse Muhsin Reis sonrasında Büyük Birlik adına yakışır bir tablo ortaya koyamadı ve girdiği ilk seçimde oylarını 0.7’ye düşürdü.
Alelâcele yapılan kongrelerde ve sonrasında yaşananlar ise tam anlamıyla bir Alperen’e yakışmayacak tavırlardı. Sanki yangından mal kaçırır gibi davranışlar sergilendi.
Herkesin bir plânı ve oyunu vardır. Her şeyi kudret elinde tutan Allah’ımızın da her oyunun üstünde bir oyunu ve plânı vardır. İşte bu ülkede bütün engellemelere, görmezden gelmelere, kazadır salvolarına rağmen gerçek ortaya çıktı ve bu işin bir kaza olmadığı Derin çeteler tarafından tezgâhlanan bir suikast olduğu ortaya çıktı.
Şehadet sürecinde bu işin suikast olduğunu hiç gündemden düşürmemeye çalıştık. Hatta bu hususta BBP yönetimine “Gelin seçimleri boykot edelim ve Muhsin Reisini katilleri bulunana kadar TBMM önünde bir çadır kuralım ve her gün elli Alperen bu çadırda nöbet tutsun.” Teklifinde bulunduk. Fakat küçük hesaplar peşinde koşanlar ve hatta perde arkasından yapılan pazarlıklarla belki de TBMM’ye birkaç kişi gireriz diye düşünenler işi hep savsakladı. Dün kazadır diye açıklama yapanlar bugün çark ederek gelinen noktada artık suikast olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar.
Muhsin Reis hayatta iken kendisini terk eden ve buldukları yağlı kapılara sadakatle bağlı olan bazı eski BBP yöneticileri ise vicdanlarını susturamadıklarında olsa gerek saçma sapan açıklamalar yapmaya başladılar.
Artık mızrak çuvala sığmıyor. Bu işin Derin çeteler tarafından tezgâhlanan bir suikast olduğu açığa çıkmıştır. Bunu üç dört aydır bilip de açıklamayan bazı yöneticilerin foyaları da açığa çıkmıştır.
Peki, böyle bir gerçek karşısında BBP’nin ve Alperenlerin tavrı ne olmuştur?
Yapılan birkaç açıklamayı saymazsak koskoca bir hiç!!!
Sanki sıradan bir olay olmuş gibi her şeylerini savcının insafına ve araştırmasına bağlamış görünüyorlar.
Böyle bir durum şahsen kanıma dokunuyor ve kendi kendime şöyle soruyorum:
“Acaba suikasta uğrayan başka biri olsaydı farklı mı davranacaklardı?”
Yine soruyorum soruları peş peşe:
“Bu suikastta Muhsin Reisin bir arkadaşı şehit edilseydi Muhsin Reis ne yapardı?”
Tanıdığım Muhsin Reis böyle bir suikast karşısında bütün Türkiye’yi ayağa kaldırır, binlerce Alperen’i Ankara’ya yığardı ve bu iş çözülene kadar da yumruğunu Hükümetin başında tutardı.
Ya Onun koltuğunda oturanlar ne yapıyor?
Bu sorunun cevabını okuyucuların ve Alperenlerin vicdanlarına bırakıyorum.
Yazımın başlığında “Muhsin Reisi Dava Arkadaşları Öldürdü!” demiştim. Bunu fizikî suikast olarak algılamadığınıza eminim. Şehitlerin ölmediğini, farklı bir boyutta yaşadıklarını bize bizzat Allah’ımız (cc) söylüyor. Yine eminim ki, Şehit Muhsin Reis, bir yerlerden olanları seyredip, tıpkı hayatta en yakınlarından yediği darbeler karşısında çektiği sancıların aynısını çekiyordur.
Gördüğü aymazlıklar karşısında her gün birkaç kez ölüp ölüp diriliyordur. Muhsin Reise fizikî suikast düzenleyenler ona ancak bir kez zarar verebilmişlerdir. Ancak peşinden gittiğini iddia eden bazı tiplerin yaptıkları Muhsin Reisi her gün öldürmektedir.
Şimdi gerçekten Muhsin Reisin İslâm davasının yolundan gittiğini iddia edenlere düşen tek şey Onun fizikî katilleri bulunana kadar her türlü makam, mevki, plân, program vs.’yi bir kenara bırakmak ve gerçek birer Alperen olarak davranmaktır.
Bütün BBP yöneticileri ve mensupları ile Alperenlerin kendilerini Şehit Muhsin Reisin yerine koyup; “o olsaydı ne yapardı?” diye düşünmelerini ve gereğini yapmalarını bekliyoruz.
Hal ve hareketlerimize, tavırlarımıza dikkat ederek Muhsin Reisi bulunduğu makamda daha fazla rahatsız etmeyelim. Her gün ölüp ölüp dirilmesine sebep olmayalım. Eminim ki böyle bir aymazlığın cezanı hepimizi yakıp kül eder.
İlay-ı Kelimetullah yolunda olan ve davasını her türlü beşeri ve süflî şeyin üstünde tutan gerçek Alperenlere selâm olsun. Gerçek Alperenlerin Muhsin Reisin hem fizikî katilini hem de her gün onlarca kez ölüm acısını yaşatan manevî katillerini bulup kısa zamanda gereğini yapacağına inanıyorum.
Allah (cc) yardımcımız olsun.
Yorumlar