Milli Şef döneminin ceberut baskıları Üstadı davasından asla yıldıramadı. Bu uğurda onlarca kez mahkûm oldu, hapishaneler âdeta onun ikinci adresi olmuştu. Çektiği manevî sıkıntıların yanında, çok büyük maddî sıkıntılar da yaşadı. Buna rağmen zikredilen dönemde susması için kendisine teklif edilen nice dünyalıkları elinin tersiyle geri itti. Çünkü onun gittiği yol “Nur’dan bir iz”di. Bu nurdan izi çizen Efendiler Efendisi de (sav) kendisine teklif edilen Mekke’nin Efendiliği ve zenginliğini “Bir elime Güneş’i, diğer elime de Ay’ı verseniz, ben davamdan vazgeçmem” diyerek reddetmişti.
Üstat, ülkemizde daha çok şairlik yönüyle tanınsa da, o esas itibarîyle büyük bir dava ve tefekkür insanıydı. Yazdığı eserlerde bunu geniş biçimde ortaya koymuştur. İdeolocya Örgüsü’nden, Çöle İnen Nur’a, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’ndan, İhtilâl’a ve oradan da diğerlerine eserlerini inceleyenler Üstadın nasıl bir tefekkür deryası olduğunu görürler.
Üstat, yaşadığı hayat itibarîyle belki en anlaşılması zor olan bir çizgide yürüdü ve günü gelince de “iyilerin iyi atlara binip gittiği” âleme göçtü. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği fikir çilesini hayatı boyunca çekmeyi bir hayat anlayışı olarak kabul etti. Yine kendi ifadeleriyle “fikrin ne fahişesi ne de zamparası” olmadı, doğru ve hak bildiği yolda her türlü engeli aşarak tespit ettiği hedefine, “Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselam, / Zaman ve mekan üstü biricik rejim İslam” anlayışı ve “Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme, / Seni sığaya çeker, bir molla Kasım gelir” endişesiyle yol aldı.
Üstat, hayatının ilk otuz yılını kendi ifadeleri ile “Tam otuz yıl saatler işlemiş, ben durmuşum” diyerek insan fıtratına zıt hareketler içerisinde geçirdiğini ifade etmektedir. Ancak daha sonraları “Mademki bundan önceki hayat benimdir, onu yaşanmamış sayıyorum” diyerek önceki hayatına ait değerleri reddetmiştir. O’nun bohem bir hayattan hakikatin kucağına koşması ise, bir tasavvuf şeyhi olan Abdülhakim Arvasi hazretlerinin eliyle olmuştur. Üstat bu muhteşem anı, “Buna yakın gözlerle bir kerecik baktınız, / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız” mısralarıyla dile getirmiştir.
Bazı şom ağızlar Necip Fazıl’ın bu değişiminin onun sanat ve şiir hayatında fazla bir yer tutmadığını iddia etse de, böylelerine yine en güzel cevabı kendisi vermektedir: “Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış, / Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”
Necip Fazıl’ın yaşadığı bu dönüm noktasından önce ona birçok methiyeler dizen ve hayatını “maddenin tezahürlerinden başka bir şey” olmadığına inhisar ettirenler, onun geçirdiği fikrî değişimin ardından aynı erdemi gösterememiş ve onu kötüleme yoluna gitmişlerdir.
Az veya çok Necip Fazıl’la teşrik-i mesai kuranların tespit ettikleri önemli bir nokta vardır. O da Üstadın; “erişilemeyecek bir zekâya, ihtiraslı bir benliğe, engin bir mizah duygusuna ve senelerin örsünde dövülüp pişerek nihayet gerçek bir Allah dostunun ana çizgilerine kavuşma noktasında hayata sessizce feda eden müstesna bir şahsiyete” sahip olduğudur.
Mücadelesindeki iniş-çıkışlarıyla derin bir gerçek kaygısı taşıyan ve âdeta bir dağ silsilesini andıran Üstat, aradığı hakikati bulduktan sonra bir daha peşinden ayrılmamış ve bu gerçeği şu mısralarıyla ölümsüzleştirmiştir: “Efendim, kurtarıcım, müjdecim, Peygamberim, / Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim” sözleri bunun müşahhas bir misalidir.
Necip Fazıl’ın kişiliği hakkındaki orijinal bir noktayı, yıllarca dava arkadaşlığı yapmış Serdengeçti’nin ifadelerinden şöyle görmekteyiz:
“O, kimseye benzemeyen bir adamdı. Şerik kabul etmezdi. Ne onun yükseldiği yere yükselebilir ne de düştüğü noktaya düşebilirsiniz. Sonuna kadar zirve, sonuna kadar derinlik. O noktasız, virgülsüz biri idi. Ne dur bilirdi ne durak.. Ondaki hayata hükmetme hırsı sonsuzdu. Ölürken dahi yaşıyorum diye sesini yükseltecek bir adamdı. Mağlûbiyeti asla kabul etmezdi. Kaçırdığı treni bile ifade ederken ‘kovdum gitti’ diyebilen insandı o...”
Doğumunun ve ölümünün yıl dönümünde bizlerin yetişmesinde büyük emeği olan Üstadı rahmetle anıyorum.
Not: Bugün üstadı çok sevdiğini söyleyen ve her fırsatta onun fikirlerinden, şiirlerinden istifade ederek okuyan bir başbakan var ama maalesef Üstat adına kurulmuş bir enstitü veya bir Üniversite yok! İlginç değil mi? Başbakan kendi adını bir Üniversite’ye verdiriyor ama Üstadım dediği insanı nedense hatırlamıyor? Böyle bir durumda ne denileceğini okuyucularımızın ferasetine havale ediyorum.
Yorumlar