Eski ünlü bilgeler: “Öğrenilmesi gereken en önemli şey, insanın kendini bilmesi, kendini tanımasıdır.” demişler. Kısaca “Kendini bil; kendini tanı” diye özetlemişler bunu.
Siz kendinizi biliyor, kendinizi tanıyor musunuz?
Herkes kendini çok iyi bildiğini, çok iyi tanıdığını zanneder ama gerçekte öyle midir?
Düne kadar ben de kendimi bildiğimi, kendimi çok iyi tanıdığımı zannederdim ama meğer bilmiyor, meğer tanımıyormuşum hiç!
Onca yıl sonra, nasıl mı farkına vardım bunun?
Anlatayım:
Geçen hafta, “TBMM’nin 19 Kasım 1951 günü yaptığı gizli oturumun tutanağını” okuduğumdan söz etmiştim ya…
Evet, işte o tutanağı okurken anladım; kendini hiç bilmediğimi, hiç tanımadığımı…
Nasıl mı?
Hani, TBMM kürsüsünden milletvekillerine, “Komünizmin ve komünistliğin ne olduğunu, Türkiye’deki dinsiz, imansız, vatansız, hain ve kalpsiz komünistlerin kimler olduğunu ve neler yaptıklarını” anlatıyordu ya Askerî Yargıç Şevki Mutlugil…
Ve hani ünlü Bizim Köy adlı eseri, aslında Mahmut Makal’ın değil, “iyi hazırlanmış bir komünist olan Lütfiye Güçlü’nün yazdığını” açıklamıştı ya… (Bakın hele, Makal’ın ne güçlü dayıları varmış Ankara’da! TBMM’de bile TCK’nın 141 ve 142. Maddelerinden yırtabilmesi için ne kıyaklar geçilmiş!)
Fakat, bu “komünizm uzmanı” askerî yargıcımız, asıl ifşaatını bundan sonra yapıyor:
“Bir daha şayanı dikkat bir noktayı arz etmek isterim. Hasanoğlan’ın havadan aldırılmış fotoğrafı elimizdedir. Bu fotoğrafta görüleceği üzere müzik salonu diye yapılmış bir salona, hiçbir mimarî münasebeti olmadan “orak” şekli verilmiştir. Burası resmî bir devlet mektebidir. Bu neyin sembolüdür? Burada esen taşkın bir hava, çekinmeden bir binaya bu şekli vermiştir.”
İşte bu paragrafı okuyunca, anladım; ne olduğumu! Bilinçsizce kaldırdım da ellerimi havaya:
“Herkese onca akıl, fikir, zekâ verdin de beni niye yoksun bıraktın bunlardan?” diye isyan ettim Tanrı’ya.
Meğer ne kadar da akılsız, ne kadar fikirsizmişim ben!
Hasanoğlan’da (1964-1966’da) iki yıl görev yaptım da nasıl da fark edemedim; o müzik salonunun “orak”a benzediğini!..
“Hasanoğlan Köy Enstitüsü” gibi mimli mi mimli bir okulda çalışmak zorunda kalmış bir insan, buranın üzerinden uçakla, helikopterle beş on kez geçip binaların neye benzediğini görüp anlamaya çalışmaz mı?
Ben, bunu da düşünemedim işte!
Ah, ah!.. Bu yurtsever askerî yargıcımızdaki zekânın değil çeyreği, onda biri olsaydı bende!
Ama nerde o akıl, o fikir, o zekâ bende!
Hayret!.. Şu anda Bursa’da yaşayan Osman Işık ve eşi Müzeyyen Hanım, Hasanoğlan’da müzik öğretmeni idiler; o yıllarda.
Bütün derslerini “orak”a benzediğini yeni öğrendiğim o binada yapıyorlardı. Mezun olduğum okul Aksu Köy Enstitüsü’nün kurucusu Talat Ersoy’un kızı ve damadı olan bu arkadaşlar, iki yıl boyunca, bir gün olsun, bu gerçeği bana söylemediler.
Dost gibi görünüyorlardı ama… Demek ki yeterince güven verememişim onlara! (Gizli Komünist Partisi üyesi miydiler yoksa?)
Gerçek buysa, 1966’da beni palas pandıras alıp Kars’a sürdüler de, onlar yıllarca nasıl kaldılar orda?
Var bu işte bir bit yeniği ama ne?
Yanılıp da beni daha azılı bir komünist mi zannettiler yoksa?
Yalnız, eğri oturup doğru konuşalım şimdi, hakları var; beni Ankara’dan tâ Kars’a süren büyüklerimin!
Öyle ya, ben Antalyalı’ydım ve Aksu’dan mezundum. Dicle’de üç yıl çalıştıktan sonra, niçin Aksu’ya değil de Hasanoğlan’a tayinimi istemiştim!
Şu ya da bu nedenle, mezun olduğum okulda çalışmak istememiş olabilirim. Pekiyi, neden Antalya’ya çok yakın olan Gönen (Isparta), İvriz (Konya) ya da Düziçi’yi (Adana) istememiştim?
“Hasanoğlan… İlle de Hasanoğlan!..” diye diretmekteki gizli maksadım neydi benim?
Neden Çifteler, Ortaklar, Savaştepe değil de ısrarla ve yalnızca Hasanoğlan?..
Birisi, Hasanoğlan’daki müzik binasının “orak”a benzediğini kulağıma fısıldamış mıydı yoksa benim!
Dahası, müzik binasının yanındaki bir başka binanın da “çekiç”e benzediğini söylemiş olamaz mıydı?
Yıllarca Akseki’deki köyünde orakla ekin biçmiş bir insan, orağın şeklini şemalini bilmez mi?
Pekiyi, bu insan, iki yıl görev yaptığı Hasanoğlan’da, geri zekâlı bile olsa, o meşhur müzik binasının “orak”a, yanındaki bir başka binanın da “çekiç”e benzediğini anlayamaz mı?
Orak ve çekiç!.. Hangi ülkenin, hangi devletin bayrağında var, bu iki âlet, bu iki alâmet?
Elbette ki, Sovyet Rusya’nın… Yani, Komünist Rusya’nın…
Memleketini ve milletini seven bir insan ne yapar, bunu fark eder etmez?
Tabiî ki, iki eli kanda bile olsa, koşar; ilgililere haber verir hemen.
Ben ne yaptım? Böyle bir şeyden haberim yokmuş gibi sanki, sustum da sustum.
Beni yakın takibe alan ülkemizin uyanık evlatları, yutmadılar elbette benim bu saflığımı!
Hem “köy öğretmeni” olmak için Hasanoğlan’da okuyan köylü çocuklarını daha fazla zehirlememem, hem de benim bu “orak-çekiçli okul”da daha fazla zehirlenmemem için, Hasanoğlan’dan en uzak yer olarak ölçtükleri Kars’ın Sovyetler Birliği sınırındaki Arpaçay ilçesine dehleyiverdiler…
En başta Hasanoğlan’da çalışan, vatanını ve milletini benden çok seven, dinine ve imanına bağlı, elinde sopa dilinde küfür eksik olmayan milliyetçi meslektaşlarım sayesinde…
Ayrıca, “Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırmak, düşündüklerini söz ve yazı ile serbestçe doğru ve etkili olarak anlatma yeteneği kazandırmak benim görevim. Bu görevimi yerine getirmezsem, ‘Neden görevini tam yapmıyorsun?’ diye sormanız gerekirken, “Niçin kitap okutuyorsun?” diye soramazsınız bana” deyince, “emir kulu” olduklarını özellikle altını çize çize belirten “Bakanlık Müfettişleri”ne…
“İhtiyaca Binaen” gerekçeli Kars’a tayin kararnamemi kıvançla imzalayan Demirel hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Orhan Dengiz’e ve bu sonucun elde edilmesinde emeği geçen herkese minnettarım!
Onlar olmasaydı da, birkaç yıl daha kalsaydım “orak-çekiçli” o okulda, ne olurdu benim halim?
Kıpkızıl bir komünist olur çıkardım, herhalde.
Yani “vatansız, milliyetsiz, dinsiz imansız, hain ve kalpsiz” bir insan ki, “insan” denemez elbet ona!
İyi ki, bu duruma düşmeme izin vermemiş büyüklerim!
Tanrı’nın sevgili kuluymuşum ben yine de, haberim yokmuş benim!
Hüseyin Erkan
Dilem Yayınevi Genel Yönetmeni