Geçmişte, bizi ve ülkemizi nice tehlikelerden koruyan ne değerli insanlar yetiştirmişiz ama çoğunun adını sanını bilmiyoruz; ne yazık ki!
Sözgelişi, “Ahmet Kemal Varınca kimdir?” desem…
Ne dersiniz?
Bu isim hiçbir çağrışım yapmadı mı sizde?
Ya!.. Demedim mi ben size, nice değerli insanımızı hiç tanımıyoruz; diye…
“-Pekiyi, sen söyle muhterem! Kimmiş bu değerli insan?” diyorsunuz, öyle mi?
Söyleyeyim: Bu değerli büyüğümüz, 1950’li yıllarda TBMM üyesi, yani milletvekilidir.
“-Hayda!.. Yarım asır önceki sıradan bir milletvekilini nerden bilelim? Nerden ileri geliyormuş ki değeri, bu sayın vekilin?” diye kızıyorsunuz belki bana ama kusura kalmayın, hak veremiyorum size bu konuda!
Reşat Şemsettin Sirer’in, Tevfik İleri’nin şu vatan için neler yaptığını kendilerinden dinleyip alkışladınız da onları, Gümüşhane milletvekili Varınca’yı niye dinlemiyorsunuz ki?
TBMM’nin 19 Kasım 1951 günlü gizli oturumunda söz alan Varınca, konuşmasının başında kendisinin. “Otuz yıldan beri bu komünist davasını şahsen, bizzat takip ettiğini” belirtip, “Burada ilk komünist partisini yapan Mustafa Suphi’dir.” dedikten sonra, “İki numaralı komünist Nâzım Hikmet”i de bakınız, nasıl anlatır:
Efendim, sayın vekilimiz, 1919-1920 yıllarında İnebolu Kaymakamı imiş. O sırada “İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için tek delik var; İnebolu.” diyen eski Kaymakamımıza, bir gün “Şu gelen vapurda üç şairimiz var.” diye rapor verilir.
Vatansever kaymakamımız, “O zamanki endişeleri nazara alarak her üçünü de İstanbul’a iade etmek ister.” O sırada İçişleri Bakanlığına vekâlet eden Dr. Adnan Adıvar “Sen bunların ikisini iade et ama Nâzım Hikmet’i iade etme.” der.
Kemal Varınca, öyle büyük bir vatansever ki, Bakan Adıvar’ı dinlemez. Nâzım Hikmet’i çağırır: “Niye geldin, Anadolu’da ne hizmet edeceksin?” diye sorar. “Şiir söyleyeceğim” deyince, “Getir, şiirlerini göreyim” der. Bir iki tanesini okur ama “Bolşevik duygularıyla dolu o şiirleri” beğenmeyince, “Anadolu’ya gidemezsin” der.
“Giderim”, “gidemezsin” tartışması uzun sürer. Adıvar yazılı emir verdiği halde, Kaymakamımız yine dinlemez. Vali Reşit Paşa, “Sen aksilik ediyorsun; işte üç kişi gelmiş; birisini gönderdin, bu da kalsın.” derse de, “Canım Paşam, bu adam muzırdır; ben bunda bir tehlike görüyorum.” diye itiraz eder.
Görüyorsunuz, ne kadar ileri görüşlü, ne kadar cesur bir kaymakammış!..
Vatan için, millet için Bakan ve Vali Paşa’ya bile direniyor.
Ancak Reşit Paşa, “Bak, Halide Hanımefendi de burada. Onun anasını tanırmış, ahbabı imiş: Bu gençtir. Düzelir, yetişir, ıslah olur.” diyerek güç bela kaymakamı ikna eder. Ve böylece Nâzım Hikmet Ankara’ya gönderilmiş olur.
Bakınız, N. Hikmet’le ilgili sözlerini nasıl noktalar sayın vekilimiz:
“Reşit Paşa ‘yapma, etme’ dedi ve Nâzım Hikmet’i Ankara’ya gönderdik. Onun günahını hâlâ çekmekteyim. Ben dayanacaktım. Dayanacaktım yani, oradan İstanbul’a gönderecektim. Ne ise, Nâzım Hikmet budur işte. Bu adam anadan doğma komünisttir. Yani Nâzım Hikmet öyle bildiğiniz gibi bir adam değildir.”
Görüyorsunuz, sayın kaymakamımız, öyle bir memleket aşkıyla dolu ki, aradan onca yıl geçtiği halde, yaptığı hata yüzünden vicdan âzâbı çekiyor hâlâ!
Haklı değil mi?
“Güzel günler göreceğiz çocuklar / Güneşli günler göreceğiz / Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar / Işıklı maviliklere süreceğiz!” diye muzır şiirler yazan bir vatan hainini nasıl gönderirsin sen Ankara’ya!
“Kapansın el kapıları bir daha açılmasın / Yok edin insanın insana kulluğunu / Bu davet bizim!” diyen “anadan doğma komünist” bir adamın bu millete zararından başka ne faydası olabilir ki!
Bırak İçişleri Bakanı Dr. Adnan Adıvar’ı, bırak Vali Reşit Paşa’yı, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa bile emretmiş olsa, Nâzım Hikmet gibi “Bolşevik duygularıyla dolu şiirler yazan” o adamı göndermeyecektin sen Ankara’ya, arkadaş!
Neyse, göndermek zorunda kalmış ama pişman olmuş sonunda. Hatasını anlayıp pişman olduğuna göre, bağışlanmayı hak ediyor!
Ve bakınız, başka ne önemli şeyler ifşa ediyor sayın vekilimiz:
“Sonra; bu isimleri geçen komünistlerden üçüncüsü Sabahattin Ali’dir. Onların hareketlerini tespit etmek lazımdır.”
Soldan, “Bunların konu ile ilgisi yok” sesleri gelince:
“Efendim; ben vaktiyle işlenmiş günahları belirtmek istiyorum. O günahlardan temizlenmek lazımdır.” diye cevap verir.
Ve sonra, Şevket Süreyya’yı anlatmaya başlar: “O hain de, Almanlar II. Dünya Savaşında Stalingrad önlerinde yenilince,” aynı Sabahattin Ali gibi sevinip “Yaşasın Stalin” diye bağırmamış mı?
“Yaşasın Almanlar, yaşasın Hitler!..” diye bağırmak iyidir, güzeldir de; “Yaşasın Ruslar, yaşasın Stalin!” demek ne kadar ayıp ve ne kadar çirkindir!
“Bu adamlar sayılı adamlardır; bu adamlara bu kadar yüz vermek doğru değildir. (…) Bizim elhamdülillah anamızdan babamızdan öğrendiğimiz kuvvetli bir dinimiz ve inancımız var.” diyerek bitirir sözlerini vekil Varınca.
Tabiî ya, Sabahattin Ali’ye nasıl ki daha fazla yüz vermeyip başını ezerek öteki dünyaya gönderdiysek, Nâzım Hikmet’i ve Şevket Süreyya’yı da kim vurduya getirerek kısa yoldan niçin postalayıvermedik ki! (*)
Hüseyin Erkan
Dilem Yayınevi Genel Yönetmeni
Sayın Milletvekili Varınca’nın açıkladığına göre öteki iki şairden biri CHP’den biri de DP’den milletvekili olarak bulunuyorlarmış; o gizli oturumda. (Biri Faruk Nafiz Çamlıbel’dir sanırım; öteki kim olabilir; dersiniz?)