Niyazi Berkes adını 1960’lı yıllardan beri duyarım hep. Sevdiğim ve saygı duyduğum insanlar, sevgi ve saygıyla söz etmişlerdir hep O’ndan.

Kendisini hiç görmediğim gibi hiçbir eserini okuma fırsatım da olmadı nedense. Ancak, Berkes’in yabancı uyruklu eşi Fay Kirby (Körbi) ile tanışma şansım oldu; 1965 baharında, Hasanoğlan’da.

Uzun boylu, mavi gözlü, sarışın-kumral karışımı, kendinden emin tavır ve konuşmalarıyla hemen dikkatleri üstüne çeken bir hanım…

Musa Okay, Osman Işık, Müzeyyen Işık, Necmiye Aybastı, İhsan Aksu ve Ahmet Tuncer öğretmenler sarmışlar çevresini.

“Kim ola ki bu hanım?” merakıyla yaklaşınca yanlarına, M. Okay Öğretmen’im hemen ilgi gösterip tanıştırdı beni.

Korkak ve ürkekçe değil, “Ben bayanım, sen de erkeksin ama yok birbirimizden farkımız. Aksine ben senden daha güçlüyüm” dercesine gözlerimin içine bakarak kuvvetle sıktı elimi. Üstelik, genellikle bizim hanımların yaptığı gibi, sanki ateş varmış da avucumda, fazla kalırsa yakacakmış duygusuyla hemen çekivermeden elini, bir daha sıkıp, “Memnun oldum; nasılsınız?” dedi düzgün bir Türkçeyle.

Anladım ki o anda, benim bildiğim hanımlardan değildi; bu Bayan Kirby!

Konuşmalarını dinledikçe, daha iyi anladım bunu. Ve ben bilmiyordum; o güne dek, “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adlı bir kitabın yazarı olduğunu, O’nun.

Nerden mi tanışırlarmış, çevresini saran öğretmenler O’nunla?

En iyisi, baştan anlatayım; bu öyküyü ben:

Niyazi Berkes, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine (DTCF) atandığı ilk yıl,  yazın İstanbul’a gidip plajlarda keyif çatacağına, o sıralarda basında adı duyulmaya başlayan Köy Enstitülerine gidip onları yakından tanımaya karar verir. (Ne akılsız adam değil mi? Herkesin dört gözle beklediği yaz tatilini İstanbul’da deniz kıyısında kumlarda yatıp güneşlenerek değil de dağ başlarında kurulmuş Enstitülerde heba edecek!..)

Neyse, böyle bir karar verince genç akademisyen, önce MEB Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğünden izin almayı düşünür. O yıllarda bu makamda Reşat Şemsettin Sirer oturmaktadır.

Sirer, genç akademisyenin bu isteğinden dolayı memnun olacağına, “Köy Enstitülerini niçin görmek istediğini” sorgulamaya başlar. Berkes şaşırırı ama cevap verir yine de:

“Bakanlığınızın bu girişimi, önemli bir eğitim deneyinin kapısını açıyor; anladığıma göre. Fakültede sosyoloji okutuyoruz; devlet böyle bir işe girişiyor; bizim ve öğrencilerimizin bundan habersiz kalmasını kendimize yakıştıramadım. Yaz aylarında İstanbul’a gidip zaman öldüreceğime bu eğitim yerlerini görüp tanımayı kendime ödev bildim.” der.

Bu cevap Sirer’in pek hoşuna  gitmez ama izin verir  yine de.

Berkes, Hürrem Arman’ı tanıdığı için, Trabzon’daki Beşikdüzü Köy Enstitüsü’ne gider önce. Sonra, Eskişehir-Çifteler Köy Enstitüsü’ne… Buradayken, Müdür Rauf İnan, Berkes’ten öğrencilere bir konferans vermesini ister. Bundan sonrasını Berkes’in ağzından dinleyelim:

“ O konuşmayı yapacağım güne kadar, öğrencileri tarlada, makine başında, halay çekmede ve kendi yazdıkları piyesleri oynamakta seyretmiş, hayran kalmıştım. Öyle olduğu halde, hâlâ hatırlıyo-rum, konuşmaya başlarken, içimde ‘bu köylü çocuklara ne söylerim, ne anlarlar?’  diyen bir ses vardı. Rauf İnan’ın teklifini kabul ettiğime, çok geçmeden pişman olmaya başladım. Ama karşımda benim hiç tanımadığım insanlar olduğunu gördükçe, içimde ne kadar snopluk (züppelik) duyguları varsa yıkıldı. Çocuklar yalnız benim söylediklerimi anlamakla kalmıyor, eksik bile buluyorlardı.  Soru yöneltmeleri zamanı gelince,  bunlar, benim fakültede bir türlü konuşturamadığım, konuştuklarında da insanı tartışma açtırdığına bin kez pişman edecek saçma iddialar ortaya atıp, tartışmayı rezil eden öğrencilere benzemiyorlardı. Nereden öğrenmişlerdi bunları;  bu kadar kısa zaman içinde? Soruların hepsi önemliydi. Birbirileriyle yarış edercesine ve tam bir özgürlükle konuşuyorlardı. Bu, bir direktörün işi olamazdı. Çocukların kendindeydi. İlk kez içime Türk insanının geleceği üzerine iyimserlik doldu. Bir toplum, doğru yolda gidilirse, bu denli kısa zaman içinde değişebilirmiş.” (*)

Asistan olarak 1939’da atandığı DTCF’de, 1941’de “doçent” olan Niyazi Berkes, böyle bir insan işte!

Ancak, ne hikmetse, fakültedeki kürsüsü lağvedilip açığa alınır. İstek üzerine 1945’te Kanada’ya gider. Montreal Mc. Gill Üniversitesinde Öğretim Üyeliği yapar; profesörlüğe yükselir.

Derslerinde yeni bir eğitim anlayışı olarak Türkiye’deyken görüp yakından tanıma fırsatını elde ettiği Köy Enstitülerini anlatır. Öğrenciler, özel bir ilgi duyarlar bu konuya.

Özellikle Bayan Kirby’nin ilgisi hepsinden farklı olur. Bu kurumları yerinde görüp incelemeye karar verir. Türkçe bilmezse, bu konuya harcayacağı emeğin fazla işe yaramayacağına, hazırlayacağı eserin, yüzeysel kalacağına inandığından Türkçe öğrenir. Ülkemize gelip 3 yıl öğretmen olarak çalışır. (1947-1950)

1951’de tekrar gelip 1954’te kadar Köy Enstitülerini inceler. Ancak öyle bir inceler ki, sadece kütüphane ve arşivlerde bulup okuduklarıyla yetinmez. Neredeyse Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Antalya’ya, Van’dan İzmir’e kadar bütün illerimizi ve Köy Enstitülerini dolaşır. Enstitülerin ilk kurucu müdürleri, öğretmenleri ve öğrencileriyle birebir görüşür. Köy Enstitüsü mezunlarının çalıştığı kasabalara, köylere kadar gider. Yaptıklarını, yapmakta olduklarını bizzat görüp bu kurumların lehinde ve aleyhinde olanları dinleyerek “tez”ini hazırlar. Çalışması Columbia Üniversitesi’nce kabul edilir. Ve eğitim doktorasını alır. (1961)

Demek ki ben, bu tarihten 4-5 yıl sonra tanışmış oluyorum; Bayan Kirby ile. O güne kadar ben, Bayan Kirby’nin Türkçe’ye “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adıyla çevrilmiş ve 1962’de İMECE yayınlarının 2. eseri olarak yayımlanmış böyle bir eseri olduğunu da bilmiyordum.

Aksu’dan öğretmenim, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu Musa Okay, bu eseri okumayı bırakın, henüz görmemiş olduğumu öğrenince:

“-Hemen okumalısın Erkan, hemen!..” deyip tutuşturdu elime kitabı.

Okudukça beynim açıldı. Okudukça utandım; bilgisizliğimden ve bilinçsizliğimden…

Ve şaştım kaldım. Sen tut, ABD gibi süper bir ülkenin Boston gibi ünlü bir kentinde doğmuş ol. (1926) Yüksek öğrenimini bitirir bitirmez, henüz 21 yaşındayken, bir ideal uğruna dünyanın öteki ucunda adı sanı duyulmamış, geri kalmış bir ülkesine kalk git. Üç yıl çalışıp o ülkenin dilini iyice öğrendikten sonra, memleketine git; fakat tekrar dön gel.

Yaz-kış, soğuk-sıcak demeden,  bir genç kız olarak en ücra köşelere kadar git; Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri ile Cumhuriyet’in ilk 10 yılındaki eğitim dururumuzu incele; TBMM tutanaklarını didik didik et… Ve o güne kadar hiçbir yurttaşımızın, hiçbir üniversitemizin, hiçbir bilim adamı, aydın ve yazarımızın cesaret edemediği bir işe soyun…

Ben ki, o kurumlardan birinde okumuştum; 6 yıl… Ben ki, o kurumlardan birinde çalışmıştım; 5 yıl… Ve o kurumların en ünlüsünde çalışıyordum; o günlerde. O eseri okuyuncaya kadar, ne Tonguç’u tanımıştım doğru dürüst, ne Hasan-Âli Yücel’i.

Ben utanmayayım da kimler utansın!

Hüseyin Erkan

Dilem Yayınevi Genel Yönetmeni

(*) Cılavuz Köy Enstitüsü, Firdevs Gümüşoğlu, Yeni Kuşak Köy Enstitüler Derneği Yayınları, İzmir

2011, Sa. 31