Bildiğiniz gibi, kurt da var bu dünyada, kuzu da…
Uçan da var, kaçan da…
Suda yaşayan da var, toprak altında yaşayan da…
Gece de var, gündüz de… Ak da var, kara da…
“-Tamam, anladık muhterem. Uzatmana gerek yok… Zıtlıklar dünyası, dolayısıyla her şeyin bir karşıtı var… Ne söylemek istiyorsun sen?” diyorsanız, dinleyin öyleyse beni:
13 Nisan 2013 günü, Lüleburgaz’da yapılan “Kepirtepe Köy Enstitüsü” konulu çalıştayın en büyük eksiği, karşıt fikri savunan hiç kimsenin olmayışıydı bence.
Salunun tam dolmayışının nedeni bu muydu acaba?
Konuşmacı ve dinleyicilerin, nerdeyse % 90’ının 40-50 yaşın üstünde olmasını, gençlerin bu konuyu hiç ilgi duymamasını nasıl açıklamalı?
13 Nisan, cumartesiydi. Tatil günüydü yani. Üstelik, giriş ücretsizdi. Ayrıca çay, kahve ve pasta ikramı da… Buna rağmen, öğrencilerin ve Lüleburgaz halkının bu çalıştaya ilgi duymamasının, coşkuyla koşup gelmemesinin bir nedeni olmalı mutlaka; diye düşünüyorum.
Bir futbol maçına, üstelik para ödeyip bilet alarak saatler önce soğuk, sıcak, yağmur, rüzgâr demeden gidiyor da insanlar, bu tür bir toplantıya niçin gelmiyor?
“-Seninki de laf mı şimdi Hüseyin Erkan?.. Birinde bir yarışma var… İki takım da rakibine gol atmaya çalışıyor; var gücüyle. Öte yandan gol yememek için canını dişine takıp mücadele ediyor. Seyirci bu yarıştan zevk alıyor; heyecan duyuyor. Tuttuğu takım gol atınca seviniyor, alkışlıyor; gol yiyince üzülüyor. İşte bu mücadele hoşuna gidiyor insanların. O nedenle giriş ‘bedava’ olduğu halde senin çalıştayına gelmiyor; hem para ödeyip hem soğukta titremeyi göze alarak futbol maçına gidiyor. Bu da yetmiyor; akşam televizyondan bir kez daha izliyor. O da yetmiyor; ertesi gün bir spor gazetesi alıyor ya da aldığı gazetenin spor sayfalarına bakıyor önce.” diyorsunuz, öyle mi?
Anlıyorum; “Yurttaşlarımız ve özellikle gençlerimiz bizim bu tür çalıştaylarımıza gelmemekte haklılar.” demek istiyorsunuz.
Hak veriyorum size. Ben de sizin gibi düşünmek istiyorum. Ve diyorum ki, sahadaki 22 futbolcunun hepsi Fenerbahçeli ya da hepsi Galatasaraylı olsa, kaç kişi ilgi duyardı o maça?
Yani, halk biliyor ki, Köy Enstitüleri için toplananların hepsi aynı takımdan… Konuşmacılar da, dinleyiciler de…
Mikrofonu eline geçiren, 40-50 yıldır her 17 Nisan’da söylenenleri tekrar edecekler; dinleyenler de alkışlayacak… Yeni, yepyeni, heyecan verici bir yanı yok ki bu işin!
Sözgelişi, biri çıkıp da şöyle diyebilir mi, bu tür toplantılarda ya da “Köy Enstitülerinin bilmem kaçıncı yılı” kutlamalarında:
“-Köy Enstitüleri, II. Dünya Savaşı'nın güç koşulları içinde zorunluluktan doğmuş bir kurumdu. Nitekim savaş sona erer ermez, Millî Şef İsmet Paşa’nın bu okulların kurucusu Millî Eğitim Bakanı Hasan-Âli Yücel’i o makamdan alıp yerine Köy Enstitülerine karşı olduğunu çok iyi
bildiği Reşat Şemsettin Sirer’i tayin etmesiyle de sabittir bu. Dahası, Millî Şef’imiz bununla da yetinmemiş, Köy Enstitüleri fikrinin babası İsmail Hakkı Tonguç’un görevinden alınmasına da ses çıkarmamıştır. Üstüne üstlük Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün kapanması kararını da memnuniyetle onaylamıştır. Gerek Kurtuluş Savaşı'nda, gerek Lozan’da, gerekse Cumhuriyetin kuruluşu ve devamında yurtseverliğini birçok kez kanıtlamış İsmet Paşa gibi bir insan, ülkemizin gerçekten yararına olduğuna inandığı bir kurumun bozulmasına ya da yozlaştırılmasına izin verir miydi?”
Aslında, bu sözlerde ne yalan var, ne yanlış… Ama ben, bugüne kadar bu tür toplantılarda böyle konuşan birine rastlamadım.
Dahası, şöyle de söylenebilir:
“-1950’li yıllarda ana muhalefet partisi lideri olarak İnönü’nün Köy Enstitülerini savunduğunu görüyoruz. Özellikle öğretmenlerin büyük çoğunluğu şuna inanmıştı ki, CHP seçim kazanarak iktidar olursa, Köy Enstitülerini yeniden açacak… 1960’tan sonra İnönü yeniden Başbakan oldu ama bu süre içinde Köy Enstitülerini yeniden açmayı bir yana bırakın, bu konuyu gündeme getirip tartıştırmadı bile. Koskoca İsmet Paşa, 27 Mayıs sonrası askerî gücü arkasına almış iken, isteseydi, Köy Enstitülerini yeniden açamaz mıydı? Demek ki, istemedi. Niçin istemedi? Çünkü biliyordu O, Köy Enstitülerinin modası çoktan geçmiş bir kurum olduğunu!”
Tamam efendim; bu görüşe katılmayın; çıkın, aksini savunun siz de.
Küfretmeden, hakaret etmeden ama…
Mademki “Yanlış biliyor, yanlış söylüyor, yanlış düşünüyor” diyorsunuz; siz nerde, nasıl, niçin yanıldığını söyleyin.
Haklı olduğunuza, doğruları biraz önce konuşanın değil, sizin bildiğinize inanıyorsanız, bağırıp çağırmanıza gerek yok ki… Anlatın güzel güzel bildiğiniz doğruları, ikna edin dinleyenleri.
Sizden sonra söz alan kişiyi de sükûnetle dinleyin lütfen:
“-Muhalefette iken, yalnız İnönü değil, Prof. Sadi Irmak, Prof. Nihat Erim ve ‘Ortanın solu’ fikrine dört elle sarılan Bülent Ecevit de ısrarla savunmuştu Köy Enstitülerini. Bu üç CHP’li de başbakan oldu. Hele hele Nihat Erim ve Sadi Irmak, 12 Mart muhtırası sonrası, ordunun tam desteğiyle oturdular o makama. Onlar da açmayı düşünmediler Köy Enstitülerini. Çok iyi bildiğiniz gibi, Ecevit Başbakan olunca, İvriz Köy Enstitüsü mezunu Mustafa Üstündağ’ı Millî Eğitim Bakanı yaptı. (1973) ‘Eh, tamam artık; şimdi olur bu iş’ dedik ama boşa çıktı umudumuz. O tarihten sonra Ecevit’ten de, Üstündağ’dan da duymadık, Köy Enstitüleri adını bir daha. 1946’dan bugüne kadar, 66 yıldan bu yana iktidara gelen hiçbir parti, hiçbir başbakan ve hiçbir millî eğitim bakanı, Köy Enstitülerini yeniden açmayı denemediğine göre, demek ki, bizim bilmediğimiz bir iş var, bu işte!..”
Vay anasını!.. Şaka maka gibi görünüyorsa da hiç de yabana atılacak sözler değil bunlar; sayın seyirciler!
Şu sözlerin hangisi için “yanlış” diyebilirsiniz siz?
27 Mayıs’tan sonra (1960) askerî bir hükümet kuruldu; onlar da, “Biz şöyle Atatürkçüyüz, böyle Atatürkçüyüz; öyle yurtseveriz, böyle yurtseveriz… Ayrıca devrimciyiz ve de milliyetçiyiz” dediler ama ne Hasan-Âli Yücel’e, ne İsmail Hakkı Tonguç’a yüz verdiler.
Aksine, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün açılmasını büyük bir coşkuyla karşılayıp bu okulda dersler veren, Tonguç ve Yücel’i yürekten destekleyen Prof. Sabahattin Eyuboğlu’nun üniversitedeki görevine (147 Öğretim Üyesi ile birlikte) son verdiler.
On yıl sonra, 12 Mart muhtırasını verip var olan hükümeti istifa ettirerek güya daha milliyetçi, daha halkçı ve daha devrimci bir hükümet kurdurdular.
O dönemde de kimse yüzüne bakmadı, Köy Enstitülerinin.
1980’de bir kez daha darbe yaptı ordumuz. Bir kez daha rafa kalktı anayasa. Yine davullar çaldı, mızıkalar öttü, mehter takımları yürüdü; Hasan Mutlucan, “Yine şahlanıyor aman!..” diye TV’de türküler söyledi ama Köy Enstitülerine de “Köy Enstitülüler”e de selam veren olmadı hiç.
Ne demek bütün bunlar?
“Demek ki, 66 yıldır havanda su dövüyoruz” biz!
Başka bir sözü olan varsa, buyursun sahneye.
İşte kürsü, işte mikrofon! (*)
(*) Telefon edip genel olarak Köy Enstitüleri, özel olarak Kepirtepe Köy Enstitüsü ile ilgili duygu ve düşüncelerini benimle paylaşan Emekli Öğretmen Fikret Mola’ya yürekten teşekkürler!..
Hüseyin Erkan
Dilem Yayınevi Genel Yönetmeni