Hiç de değil, kesinlikle değil!..

Nerden mi biliyorum?

Yakından tanıyorum, çünkü ben kendisini.

“-Madem öyle, baştan anlat da biz de tanıyalım şu adamı.” diyorsanız, kıracak değilim ya sizi, anlatırım elbette. Memnuniyetle hem de…

İki ay kadar önceydi. Kızımız Dilem telefon açtı bir akşam:

“-Babacık!.. Dedi; yarın, yayınevine biraz geç gitsen olur değil mi?”

“-Elbette tatlım, hiç gitmesem bile olur; hayrola?..”

“-Hayır, hayır!.. Biliyorsun, ben Dr. Back Up’a üyeyim ya… Dolayısıyla, annem-babam olarak siz de üyesiniz. Yarın sabah 09.00 sularında iki doktor ziyaret edecek sizi.”

“-Hay hay!.. Buyursunlar!..”

“-Yalnız, saat 24.00’ten sonra bir şey yiyip içmemeniz, sabah da kahvaltı yapmamanız gerekiyor. Aç karnına kan ve idrar örnekleri alacaklar; tansiyonunuza ve nabzınıza bakacaklar.”

“-Bütün bunlara ne gerek var tatlım!.. Hamdolsun, annenin de benim de hiçbir rahatsızlığımız yok.”

“-Öyle deme babacık! Biliyorum, sizin de bir şikâyetiniz yok, benim de, biricik torununuz Erim’in de… Hasta olduktan sonra, herkes doktora gider. Önemli olan, hasta olmadan doktora gitmektir. Bozulup da bir gün bizi yolda bırakmasın diye arabalarımıza gösterdiğimiz özeni neden kendimize göstermeyelim?”

Haydi, siz benim yerimde olun da “hayır” deyin bakayım, bu kadar mantıklı bir öneriye?

Adı sanı ünlü doktorlar da söyleyip durmuyorlar mı zaten, “Yaşınız kaç olursa olsun, yılda en az bir kez ‘çekap’ yaptırın” diye!

Taş atıp da kolumuz yorulmayacak ya!

Üstelik biz doktora gitmiyoruz; doktor bizim ayağımıza geliyor. Daha ne!..

“Tamam bitanem! Dediğin gibi olsun; dedim. Bizi düşündüğün için ayrıca teşekkür ederim. Sağ ol, var ol!..”

“Ne demek babacığım! Elbette düşüneceğim sizi; dedi. Oğlum ve sizden başka kimim var benim?”

Benim, eşimin önerilerine itiraz etmeyen biri olduğumu bilirdiniz. Ayrıca, kızının önerilerine de itiraz etmeden değer veren bir adam olduğumu öğrenmiş oldunuz işte böylece!

Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayayım ki! Hayatım boyunca, şöyle “kazak bir erkek” olmayı beceremedim; beceremedim bir türlü! Demek ki, o yetenek yok bende.

Neyse efendim, dağıtmayayım konuyu şimdi. Ertesi sabah, saat 08.00 sularında çaldı kapımızın zili. Hazırlıklı olduğum için ben açtım kapıyı. Genç bir bayanla genç bir bey vardı karşımda, beyaz önlüklü. Kendilerini tanıttılar önce.

“Haberimiz vardı, buyurun, buyurun!” deyip aldım içeri. Eşim de geldi. Kısa bir sohbetten sonra açtılar çantalarını. Bu arada: “Kahvaltı yapmadık ve 24.00’ten beri bir şey yiyip içmedik; değil mi?” diye sormayı ihmal etmediler. (Su hariç, su içmenin bir sakıncası yok…)

Olumlu yanıtı alınca “Harika!.. Şimdi… Önce nabız ve tansiyon ölçerek başlıyoruz işe.”

Tam bu sırada, kızımız Dilem ve torunumuz Erim de geldiler.

Ölçüm sonucu, benim nabzım 55 çıkınca, sorgulamaya başladı kızım. “Yüksek olmasından alçak olması daha iyi değil mi?” dediysem de, “Tamam, yüksek olmasından iyidir alçak olması, ama 55 de çok düşük… Neden bu kadar düşük senin nabzın baba? Daha önce kaçtı?..”

Ben, sık sık nabzını ölçtüren birisi değilim ki, daha önce kaç olduğunu bileyim.

“Bugüne kadar hiç merak etmedin mi baba?”

“Yoo!.. Hiç merak etmedim. Niye merak edeyim ki!..

“İnanmıyorum… Sen daha önce iki ameliyat geçirmiş bir insansın. Ameliyat öncesi ve sonrası birçok kez ölçülmüştür nabzın. Hatırlamıyor musun gerçekten?”

“Elbette birçok kez ölçülmüştür ama “kaç?..” diye sormamışımdır hiç. Niye sorayım ki?.. Bu beni değil, ölçenleri ilgilendirir çünkü.”

Doktorlar, 55 nabzın endişe edilecek kadar düşük olmadığını, 55’den düşük olursa “problem” kabul ettiklerini söyledilerse de ikna olmadı kızım. “Bunu bir araştıralım babacık” deyip durdu.

Neyse, hepimiz kan ve idrar örneklerimizi verdik; sonuçları en kısa zamanda bildireceklerini söyleyerek gitti doktorlar.

Üç gün sonra, aynı sağlık şirketi bir sağlık merkezinde röntgen ve ultrasonlarımızı çektirdi. Dört-beş gün sonra, o güne kadar yapılan tahlil, çekilen röntgen ve ultrason sonuçlarını getiren bir doktor ve hemşire evde kalp elektrolarımızı da çektiler.

Sonuç mu?

Şeker: Sınırda…

Kolestrol: Sınırda…

Kalp: Bir anormallik var…

Tavsiye: En kısa zamanda, mutlaka, bir kalp ve dâhiliye doktoruna görünmelisiniz.

“Hayda!.. Benim hiçbir şikâyetim yok kardeşim. Ne kalbimden, ne de başka bir yerimden…” dediysem de ikna edemedim kimseyi. Ne doktoru, ne hemşireyi ve ne de “bitanem”i..

Tamam canım, gideriz! Bugüne kadar, hastaneye hiç gitmemiş, doktora hiç muayene olmamış bir insan değiliz ya… Ama boşuna… Ne diyecek doktor? “Hiçbir şeyiniz yok…

Kalbiniz de en az kafanız kadar sağlam…”

“-Babacığım, ne zaman?..” demeye başladı kızım.

“Acelesi yok kızım, ne zaman olsa gideriz.”

“Şunun bir adını koysak babacık…”

“Koyarız yavrum; kaçmıyoruz ya!”

On gün kadar sonraydı; telefonum çaldı. Bilinmeyen bir numaraydı. Kibar bir bayan sesi:

“Ben Back Up’tan falanca. Hüseyin Erkan beyle mi görüşüyorum efendim?”

“Buyurun, benim…”

“Erkan Bey, bir kalp ve dâhiliye uzmanı ile görüşmeniz gerekiyordu. Gidebildiniz mi?”

“Henüz gidemedim.”

“Lütfen gecikmeyiniz ama Erkan Bey! Ne zaman gitmeyi düşünüyorsunuz?”

“Önümüzdeki hafta…”

Hoşuma gitti, arayıp sormaları ve uyarmaları. “Güler, bu pazartesi gidiyorum ben hastaneye.” deyip verdim kararımı.

Silivri’deki Özel Anadolu Hastanesine gittiğim haftanın ilk gününde saat 08.30 idi. Her ihtimale karşı aç karnına gitmiş ve yanıma yeni yaptırdığım tahlil sonuçlarını da almayı unutmamıştım.

Raporları gören dâhiliye uzmanı gibi, kalp uzmanı doktorumuz da yeni bir tahlil istediler yine: Kan, idrar…

Eskiden olduğun gibi, “Açın göğsünüzü” deyip de elleriyle vücudunuza değerek muayene etmiyor artık hiçbir doktor.

Varsa yoksa tahlil, varsa yoksa röntgen, tomografi, emar… Alıştık artık, yadırgamaz olduk; birkaç yıl önceki gibi.

Eşim Güler gibi, “neden?” diye de sormam ben doktora, itiraz da etmem hiç.

İnandığım bir doktora emanet ettim miydi kendimi, ne der, ve ne yapmamı isterse boynum kıldan incedir; düşünmem ötesini.

En iyisi, bu öykünün devamını, haftaya anlatayım ben size, ne dersiniz?

Hüseyin Erkan

Dilem Yayınevi Genel Yönetmeni