“-Babacık!.. Ben araştırdım ve buldum” deyiverdi kızım.

“-Neyi?..”

“-Gidilecek hastaneyi…”

“-Ne zaman ve nasıl?..”

Elindeki minicik bilgisayarını göstererek:

“-Bu cihazın kendi küçük ama aklı büyük… İnternette şöyle bir yarım saat gezinmem yetti de arttı bile”

“-Demek ki, bazılarının zannettiği gibi, yalnızca bir oyuncak değil o. Ee, söyle bakalım, nereye gidiyoruz?

“-Dr. Siyami Ersek Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesine…”

“-Evet… Doğru ya! Kalp, damar ve göğüs hastalıkları konusunda ünlü bir hastane o. Hastaneye adını veren Dr. Siyamı Ersek de 1960’lı yıllarda ülkemizde ilk açık kalp ameliyatını yapan doktordur.”

“-Evet babacık… Aynen dediğin gibi… Ayrıca tam 50 yıl önce, Türkiye’de başarılı ilk kalp nakli de yapmış. Ve kurduğu bu hastanede yıllarca profesör olarak çalışıp bilgisini ve tecrübesini öğrencilerine aktarmış.”

“-Yalnız bir sorun var… Biz Silivri’deyiz. Bildiğim kadarıyla o hastanenin Anadolu yakasında biyerlerde olması gerekir.”

“-Doğru… Haydarpaşa’da imiş. Olsun, bunun ne sakıncası var babacık?”

“-Uzak değil mi? Gidip gelmek çok zaman almaz mı?”

“-Ne demek uzak babacım! İsterse Kartal’da, isterse Gebze’de, isterse Bolu’da olsun! Bitanecik babam var benim! Ne kadar uzak olursa olsun, yeter ki, bizim sorunumuzu çözsün…”

“-Haklısın güzelim; haklısın tatlım!.. Annene söyledin mi?”

“-Hayır; söylemedim. Sanırım, Hacer Teyze ile telefon görüşmesi yapıyor.”

Derken, bir baktım, iki ay sonra, evliliğimizin 40. yılını kutlayacağımız hayat arkadaşım giriverdi içeri.

“-Siz belki de; “Ne kadar uzun konuşuyor bu kadın!” diye kızmışsınızdır bana ama aradığ-ımız doktoru buldum ben bu arada.”

“-Nerde, nasıl?”

“-Hacer Hanımla konuşuyordum. Fehmi Bey birkaç yıl önce anjiyo olmuştu ya… “Nerde, kime?” diye sordum. Siyami Ersek’te olmuş. Bolu’dan bir yakınlarının akrabası Doç. Dr. Neşe Çam yapmış “Ben size randevu alırım.” dedi. Alınca bildirecek.”

Tesadüfün güzelliği bu kadar olur işte! Biz gökte ararken yerde buluyorduk doktorumuzu. Derken, telefonum çaldı. Fehmi Bey’di arayan. Her zamanki gibi, “Merhaba Başkanım!” diye başladı söze. Durumu eşinden öğrendiğini, damdan düşenin halinden en iyi damdan düşenin anlayacağını, dolayısıyla beş yıl önce anjiyo olmuş bir insan olarak bundan asla korkmamak gerektiğini söyleyince:

“-Korkan kim sevgili dost? Kim Korkar hain kurttan?” diye makaraya alınca ben:

“-Bilmez miyim başkanım; korkmadığını ve korkmayacağını senin! Sözün gelişi öyle söyledim; ama bilesin ki Hacer’in de yenge hanıma söylediği Doç. Dr. Neşe Hanım bu işin erbabı… Hanımın memleketinden canım, başka söze gerek var mı?”

“-Bunu söylemen iyi oldu işte! Bu kadar referans yeter de artar bile. Teşekkürler sevgili dost, teşekkürler!..”

Çok geçmeden Hacer Hanım aradı. Yarın, saat 11.00’de bekliyormuş bizi. Neşe Hanım.

Görüyorsunuz siz değil mi, güzel dostlarımızın güzelliğini!..

Ve üstüne üstlük, hemen sonra yine Fehmi Bey aradı. “Başkanım, randevu alınmış. Yarın ben de geliyorum. Sizi ben götüreceğim.”

Binbir rica ve teşekkürle O’nu bu arzusundan caydırıncaya kadar göbeğim çatladı; dersem, inanın.

Ertesi gün, eşim ve kızımla birlikte, üç saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık Dr. Siyami Ersek’e. Doktorumuzun çalıştığı binayı ve odasını bulduk kolayca. Randevu saatimiz geldi ama doktorumuz yok ortalarda. “Vizitte” imiş. Hasta ziyaretinde yani…

Yanımızdan, yöremizden geçen her beyaz önlüklü hanıma “Belki Neşe Hanımdır” umuduyla bakıyoruz ama boşuna. Diyorum ki sonunda:

“-Asık suratlı, yüzü gülmeyen hiçbir hanıma bakmayacağım bundan sonra.”

“-Niçin?” diye soruyor eşim.

“-Çünkü, diyorum; benim hayalimdeki Neşe Hanım güler yüzlü ve kibar bir hanım… Baksanıza, ismi bile Neşe… Üstelik Bolulu da…”

Gülüşüyoruz. Özellikle hastane gibi yerlerde sinirleri germek yerine, küçük esprilerle havayı yumuşatmak gerek. Aslında, “Her zaman ve her yerde…” deseydim daha mı doğru olurdu ne!..

Ve bu sırada uzun koridorun ucunda beyaz gömlekli bir hanım göründü yine. Beş on adım atmıştı ki, yolunu kesti biri. Aa!.. Gülerek konuşuyor onunla. “Niye meşgul ediyorsun beni? Bana ne senin sorunundan!” der gibi bir tavır takınmıyor hiç.

“-Bakınız, diyorum; şu karşıda gördüğünüz, gülerek konuşan bayan var ya, işte o Neşe hanım!..”

Kızım da eşim de bakıyorlar:

“-Ayaküstü biriyle sohbet eden hanım mı?”

“-Evet, evet… O!..”

“-Nerden biliyorsun?”

“-Abdala mâlûm olur!”

“Estağfurullah!..”

“-Ne demek estağfurullah? Güler Erkan kadar olmasa da bizim de kırk yılda bir bileceğimiz bir şeyler olsun canım!”

Gülüşüyoruz yine ama gözümüz o bayanda. Ve nihayet konuşmasını bitirip kendinden emin ve çevik adımlarla yürüyor bize doğru. Tam odasının önüne gelince, durup bize dönerek, “Beni mi bekliyorsunuz yoksa?” diye soruyor kibarca.

“Evet” cevabımızı alınca da:

“-Yoksa siz bizim Ayşe’nin…”

“-Evet, biz Ayşe Çiftçi ve Hacer Akbal hanımların yakınlarıyız.”

Saatine bakıp:

“-Oo!.. Saat 12.00’ye geliyor; diyor. Gecikmişim ben. Kusura bakmayın. Buyurun, buyurun!..”

Bu tür işler yapanların zamanı çok değerlidir. Dolayısıyla meşgul edip zamanını israf etmeye hakkı yoktur kimsenin.

Odasına geçip koltuklara oturur oturmaz, birkaç kısa cümleyle özetleyip durumu, sağlığımla ilgili son bir ayın tüm belgelerini koydum önüne

“Efor testi”ni aldı hemen eline. Çabuk çabuk çevirirken sayfaları, baktım ve okudum ki yüz ifadesinden, o da beğenmiyor kalbimin sınavını.

En son sayfayı da gözden geçirdikten sonra:

“-Evet, diyor; anjiyo şart!..”

“-Bunu anladık;” diyorum ben de. “Kime, ne zaman, nerde?”

“-Karar verirseniz, ben yaparım. Sizin için uygunsa, yarın, burada…”

Birbirimizin gözüne bakıyoruz. Onaylıyoruz üçümüz de.

“-O zaman, binaya girişteki “Hasta Kabul”e söyleyin, dosyanızı hazırlasınlar. Sabah, en geç saat 10.00’da burada olun.” deyip ayağa kalkınca, “Yarın görüşmek üzere” deyip vedalaşıyoruz Neşe Hanım’la.

Bütün yollar Roma’ya çıkıyordu anlaşılan. (Arkası Yarın)




Hüseyin Erkan




Dilem Yayınevi Genel Yönetmeni