Ertesi gün, sabahleyin Dr. Siyami Ersek’teydik yine. “Hasta kabul”den dosyamızı aldık. Üst katta bir odaya yerleştirdiler bizi. Nabız, tansiyon, kan şekeri derken, bir de filme gidip geldik. Sonra da mini bir sağlık testi…

Derken, alıp götürüyorlar anjiyo için. Önce, külot hariç, ne varsa çıkarttılar üstümden. Bir masaya yatırıp incecik bir örtü atıp üstüme, külotumu da çekip aldılar. Sağ kasığımdan bir iğne yapıp öyle bir sıvı döktüler ki, neredeyse ayak bileğime kadar yandı durdu sağ bacağım. Emar çekiliyormuş gibi sanki, hantal görünüşlü bir makine getirdiler göğsümün üstüne.

Doktorum Neşe Hanım da geldi bu sıra, hazırlıkları kontrol etti. Kasıkta bir şeyler yapılıyor ama ne yapıldığını pek anlamıyor, sadece tahmin ediyorum. Hayır, hayır!.. Ağrı hissetmiyorum. Göğsümün üzerindeki film kamerasına benzer cihaz aşağı yukarı, sağa sola hareket edip duruyor. Demek ki, damarların fotoğrafını o çekiyor.

Yarım saat kadar sürdü bu işlem. Dr. Neşe Hanım, “Hiç bir şey yok değil, bir şeyler var Erkan Bey, açık seçik görünüyor bu. Ben raporu yazacağım; CD’yi de vereceğim size. Cuma günü 11.00’de buyurun, görüşelim.” deyip kalkıp gidiyor.

Ne mi anladım ben bu işlemden ve doktorun sözünden.

“Önemli bir durum yok… Birkaç damarda hafif daralmalar var onları da stentle açarız.”

Eşim ve kızım sorunca, bunu söyledim onlara.

“-İyi, iyi!.. Oh, rahatladık şimdi. Korkulacak bir şey yokmuş çok şükür.” diye dualar ettiler.

Söylemeyi unuttum; anjiyo sonunda, işlem yapılan kasığımı pansuman yaptıktan sonra, öyle sıkı sarıp sarmaladılar ki!.. Sonra da bir güzel bandajladılar. “Sakın, 24 saatten önce açmayın” diye de uyardılar.

Giyinmiştim ki, anjiyo CD’sini getirdi bir hemşire. “Hazırsanız çıkabilirsiniz. Yarından sonra saat 11.00’de bekliyor sizi Dr. Hanım.” deyince, ayrıldık hastaneden.

Üçümüz de daha rahattık şimdi. Anjiyo, anjiyo dedikleri buymuş demek ki! Hastayı bayıltmaya bile gerek duymadıkları, “lokal anestezi” ile çözümlenebilen bir işlem.

“-İyi de baba, dedi kızım, benim bildiğim, anjiyo yapılırken stent takılır ya da balonla açılır tıkalı olan damar. Madem tıkalı olan damara rastladı, neden ânında açmadı da, “cumaya gelin” dedi, bize doktor.”

“-Doğru söylüyorsun aslında. Ama anjiyo masasında yatarken doktora bunu sormak aklıma gelmedi benim. Mümkün olsa, o anda yapardı bunu. Çünkü bu işin uzmanı o. Mümkün değilmiş ki yapmamış, yapamamış.”

Anjiyodan yirmi dört saat sonra bandajı sökünce gördüğümüz manzara hiç de hoş değildi doğrusu. Mosmordu sağ kasıkta geniş bir alan. Yapıştırılan bantların yeri müthiş kabarmıştı ve kaşınıyordu durmadan. Lasonille ovunca rahatladım biraz.

Ve cuma sabahı, Haydarpaşa’daki, Dr. Siyami Ersek’teyiz yine.

Randevu saatimizde ziyaret ettik doktorumuzu.

“-Raporu aldınız mı?” diye sordu.

“-Hayır, raporu almadık ama CD’yi aldık; burada.” dedi kızım.

“-Önemli olan CD… Raporu da alırsınız biraz sonra. Evet, anjiyodan sonra da söylediğim gibi, tek çare ameliyat!..”

“-Ne?..” diye yerinden zıplayarak öyle bir tepki gösterdi ki eşim, doktor da şaşırdı:

“-Nasıl?.. Haberiniz yok muydu? Ama ben söylemiştim eşinize iki gün önce. Onun için davet ettim, bu görüşmeye sizi.”

Ben de şaşkındım ama şöyle düşünüyordum o anda: Doktor bizi başka bir hastayla karıştırdı herhalde. Öyle ya… Her gün onlarca hasta… Hangi birini aklında tutsun kadıncağız! Yanıldığını anlayacak biraz sonra ve:

“-Aa... Özür dilerim; falanca zannetmiştim ben sizi.” diyecek. Ancak aşağıdan raporu getirtiyor ve diyor ki:

“-Bakın işte, buraya da yazdım. CD’yi inceleyen her uzmanın açıkça göreceği gibi, dört damar tıkalı… Bugüne kadar herhangi bir arıza çıkmaması, beklenmedik bir anda bir kalp krizi yaşamamış olmanız bir mucize!.. Bu sizin için büyük bir şans!.. Ama bilmelisiniz ki, bir saatli bomba taşıyorsunuz içinizde. Ne zaman patlar hiç belli olmaz; Bir ay sonra da patlayabilir, bir yıl sonra da… Stentle çözüm mümkün olsaydı, anjiyo ânında yapardım ben onu. Stent çare değil size. O nedenle ‘tek çare ameliyat’ diyorum. Bypass ameliyatı...”

“-Pekiyi, ben anladım; dedim. Demek ki ameliyattan başka çare yok. Kim yapar ameliyatı?”

“-Bir meslektaşım var, Mesut Bey... O yapar bu tür ameliyatları. Yalnız, o da Memorial Hastanesi'ne tayin oldu. Bugün yarın gidecek. Kendisiyle görüştüm; ‘Bir hafta, on gün sonra yapabilirim’ dedi.”

Anladım ki, bu hastane ile işimiz bitmişti bizim. İzin isteyip ayrıldık. Kızım ve eşim şoktaydı hâlâ. Bir iki uyduruk espri ile onları güldürüp rahatlatmaya çalıştım ama boşuna…

“-Nasıl olur, diyor eşim, sen kendine o kadar dikkat eden, sağlık kurallarına ve doktorların tavsiyelerine özenle uyan, “zararlı” dedikleri şeyleri yiyip içmeyen bir insansın. Ben senin gibi değilim; o kuralların hiçbirine uymam, uyamam. Bende olsa, “normal” derim. Sende olması aklım almıyor, almıyor bir türlü!” deyip duruyor.

“-Tatlım, diyorum; belki de o kurallara uyduğum için patlamadı; içimdeki o bomba!..”

Ve düşünmeye başlıyorum: Neredeyse on beş yirmi yıldır, on bardaktan az su içmek mecburiyetinde kalmışsam, müthiş kramplar girer o gece ayağıma.

Millî Eğitim Bakanlığı 4+4+4’ü birkaç yıldır uyguluyor; ben en az on beş yıldır uyguluyorum bu formülü! Aynen şöyle:

Sabah öğle arası: 4 bardak

Öğle akşam arası: 4 bardak

Akşam ile uyku saati arası: 4 bardak olmak üzere, her gün 12 bardak su içerim ben.

Ve genellikle her gün, bir aspirin almayı da ihmal etmem. Kanı sulandırdığını biliyorum aspirinin. Ve sulu kanın, susuz (yani koyu) kandan daha akıcı olduğunu da…

İyi ki, öyle yapıyormuşum!

Yoksa?..

Yoksa, bir akşam “uyudum, uyanamadım” olacakmışım hani!

Benim en sağlam organlarımdan biri midemdir. Buna rağmen, son birkaç aydır, birkaç kez, yemek boruma doğru yükselen bir yanma hissedince, “çok aspirin içerek midemi bozdum mu yoksa!” diye düşünmüştüm. Oysa o belirtiler kalpten gelen “unutma beni” mesajlarıymış da, haberim yokmuş meğer. (Arkası Yarın)