Ne zaman ve nerede mi?

13 Nisan 2013 günü, Lüleburgaz “Belediye Kültür Evi”nde…

Köy Enstitülerinin 73. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği ve Lüleburgaz Belediyesi’nin ortaklaşa hazırladıkları “Trakya’daki Işık: Kepirtepe Köy Enstitüsü Çalıştayı”nda…

İlk oturum Hasan-Âli Yücel adıyla sunuluyordu. Ve sahnede şu sözü okunuyordu bu değerli eğitimcimizin: “İnsan olarak yaşayabilmek için hava, su gibi doğal koşullar arasında eğitim, öğretim ve kültür de bulunacaktır.”

Yücel, söylediği bu söze inanan bir insan olduğu için, Tonguç’la birlikte el ele vererek kısa bir sürede, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü 1940 - 1945 yılları arasında 20 Köy Enstitüsü ve 1 Yüksek Köy Enstitüsü açar.

Dönemin Millî Eğitim Bakanı olarak bu başarının aslan payı elbette O’na aittir.

Oturumu yöneten Prof. Makal, açış konuşmasında Köy Enstitüleri’nin kapanma nedenini toprak reformunun yapılmamış olmasını dile getirdikten sonra, neden yapılmadığını da şöyle açıklıyordu: “Çünkü 1940’taki T.B.M.M.’nin % 80’i eşraf ve ağalardan oluşuyordu.”

Yani şunu söylemek istiyordu sayın profesörümüz: “1940’larda ülke nüfusumuzun % 80’i köylerde yaşıyordu. Köylü, geçimini topraktan sağlıyordu ama yeterli toprağı yoktu. Meclis’te köylü nüfusumuzun temsilcisi ya hiç yok, ya da yok denecek kadar azdı. Milletvekillerinin (Siz ister ‘mebus’, ister ‘saylav’ deyin, sonuç değişmez.) büyük çoğunluğu toprak ağaları ve eşraf gibi köylünün emeğini sömürenler, ya da emekli subaylardı. Bu insanlar, şöyle ya da böyle ellerine geçirdikleri bu imkânı, ‘Ben yiyemedim, sen ye!’ der gibi niçin bıraksınlar ki!”

Evet, böyle düşünmekte yüzde yüz haklı Sayın Profesörümüz.

Tamam, buna bir itirazım yok da, şunu soracağım ben şimdi:

“ – İyi, güzel söylüyorsun Sayın Makal da, o milletvekillerini kim seçti oraya?”

Yerinizde olsam, bu soruyu sorana, şöyle cevap verirdim ben:

“ – Canım kardeşim, mademki bu çalıştayı izledin, bu soruyu orada Sayın Profesörün kendisine sorsaydın ya!”

Evet, aslında orada sorulması gerekirdi bu sorunun. Ama sormadım; soramadım. Korkumdan değil ha! Kimden, niçin korkacakmışım ki!

Genellikle bu tür çalıştaylarda, oturum bitince, dinleyicilere, “Bir şey söylemek isteyen, bir şey sormak isteyen var mı?” diye sorulur. Bir güne dört oturum sıkıştırıldığı için, (sonraki bir oturum hariç) uygulanmadı, uygulanamadı bu kural. O nedenle orada asıl muhatabına soramadım.

Evet, yukarıdaki soruyu tekrar ediyorum: O milletvekillerini kim seçti oraya?

“ – Ne demek kim seçti? Milletvekili olduğuna göre, elbette millet seçti.” diyerek kandırmaya kalkmayın beni.

1930’lu ve 40’lı yılların ilk yarısında, tek parti vardı ülkemizde: Cumhuriyet Halk Partisi… Bu partinin lideri cumhurbaşkanı olurdu; vekili de başbakan… Genel sekreteri ise önemli bir bakanlığın koltuğunda otururdu tabiî.

Milletvekillerini Ankara’da bu üç kişi tespit eder, valilere bildirirlerdi. (O yıllarda valiler, aynı zamanda bulundukları illerde CHP İl Başkanıydılar.) Sayın valiler de gönderilen aday listelerini kendilerine bağlı ikinci seçmenlere aynen onaylatarak seçilmiş gibi zabıtlar tutup listeler düzenleyerek Ankara’ya gönderirlerdi.

Seçim mi diyorsunuz, siz şimdi buna?

Bugüne kadar “seçim meçim” diyerek kandırmışız halkımızı ama hiç değilse bundan sonra kandırmayalım birbirimizi.

Söz gelişi Atatürk, İnönü ve Recep Peker kimlerin milletvekili olmasını istemiş de “hayır” demiş buna valiler?

Bu konuda daha fazla bir şey söylemeyeceğim ben. Gerçekten bir şey öğrenmek isteyen, ezberini bırakıp gerçeği öğrenmek isteyen, Ahmet Hamdi Başar’ın (*) anılarını okusun; yeter.

“ – Hayır, yetmez!” diyen varsa; Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Fahrettin Altay’ın anılarını da okusun.

Sonra zaten kimse tutamaz onları…

Doğan Avcıoğlu, Cahit Talas, Şevket Süreyya Aydemir, İskender Pala, Tarık Zafer Tunaya, Rıza Nur, Mete Tuncay, Cemil Sena, Ayşe Hür ve Erdoğan Aydın’ı da okurlar.

Gerçekleri öğrendikçe de, “Vay anasını!.. Onca yıl, ne yalan yanlış şeylerle doldurmuşlar benim kafamı!..” diye de şaşıp kalırlar.

Tabiî ki, birçok engeli ve zorluğu düşünerek böylesine uzun bir yolculuğu göze almak her yiğidin harcı değil…

Kırk yıldır, her gün okudukları bir gazete ve onun birkaç köşe yazısı ile pek âlâ geçinip gidiyorken, ne gerek var onca zahmete!

“ – Konuyu nereden alıp nerelere getirdin muhterem!” diye kınamayın hemen beni. Ne zamandır söylemek istiyordum bunları. Bugüne denk geliverdi. Kusura bakmazsınız, değil mi?

“- Kusura bakarız, bakmayız! Orasını sen bize bırak da sence kim, niçin kapattı; her bakımdan onca değerli bu Köy Enstitüleri’ni?” diye sorarsınız bana, öyle mi?

Bu soruya öyle güzel cevap veren bir yazı okudum ki!..

Nerde mi?

Yine “Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayını” olan bir kitapta… Eserin adı mı? “Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 70 Yaşında”… Bu Yüksek Köy Enstitüsü 1942’de kurulmuş, 1947’de kapatılmış ama eseri hazırlayan Prof. Dr. Kemal Kocabaş, ancak beş yıl yaşamış olan bu seçkin kurumu öldürmeye kıyamamış da benim yaşımla eşitleyip “70 yaşında” deyivermiş.

İşte bu eserde, Çifteler Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı eğitimci Ali Yılmaz’ın “İlk Köy Enstitülü” başlıklı bir yazısı var ki!..

Keşke herkes okuyabilseydi, 11 sayfalık bu yazıyı!

“ – Ne diyor yazar, ne diyor?”

Evet, söz buraya gelmişken, ister istemez özetleyeceğim de Sayın Yılmaz’ın ne dediğini, siz yine de benim size aktaracağım “suyunun suyu” ile yetinmeyip asıl kaynağı bulup kana kana için; derim. (Bu yazı, Ali Yılmaz’ın “İlk Köy Enstitülü” adlı eserinden alınmıştır.)

Yazar, 1945’te Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne öğretmen olarak atanır. Vaiz olan dayısı Mehmet Ali Erdem, yeğenini ziyarete gelir Hasanoğlan’a. İkinci günün akşamı, profesörlerden biri, “Hoca, burayı nasıl buldunuz?” diye sorar.

“ – İki gündür her yeri gezip gördüm. Atölyelerden meyve, sebze bahçelerine, kütüphaneden mutfağa, açık hava tiyatrosundan hamama kadar… Gördüğüm her yer ve her eser beni keyiflendirdi. İki gündür, “Burası nasıl bir okuldur?” diye düşünüp duruyorum. Mademki sordunuz, söyleyeyim: Sizin bu okullarınızı kısa süre sonra kapatırlar!”

Bu cevap herkesi şaşırtır, “Yanlış değerlendirdiniz!” derler.

Öyle ya, İnönü cumhurbaşkanı, H. Â. Yücel millî eğitim bakanı, İ. H. Tonguç ilköğretim genel müdürü iken, kim, nasıl kapatabilirmiş ki bu okulları?..

Ama yazarın dayısı devam eder: “Yaşım 80… Ben görmesem de siz görürsünüz. Kapatırlar buraları. Öğrencileriniz köylerin yoksul çocukları… Öğretmen olunca nereye gidecekler? Köylerine… Topal Veli’nin, Kör Hüseyin’in oğlu öğretmen olarak gelince köye, köyün ağası, mütegallibesi, eşrafı bunu nasıl karşılayacak? Bir kısmı zamanla millî eğitim müdürü, müfettiş, milletvekili, bakan olacak.”

“Yanlış mı söyledim?” deyince, “Doğru söylediniz hoca efendi” derler. O devam eder:

“Şehirli, esnaf, ağa kısmı enayi değildir. Ellerindeki ekmeği köylü çocuklarına kaptırıp da kendi çocukları ekmek aramaya mı gidecek? Onlar o kadar akılsız mı? Ben Horasan’dan, Arabistan ve Habeş’e kadar birçok yeri dolaştım. Gördüm ki dünyanın her yerinde köylü köylüdür ve şehirlinin, ağanın eşeğidir. Hiç kimse bindiği eşeğin güçlü olmasını istemez. Onun için başına torba asmaz, asarsa da yem koymaz. Kimse kapısına akıllı eşek bağlamaz. Ben görmem ama siz görürsünüz. İşte şuraya üç çizik!..” deyip bastonu ile yere üç çizik çeker.

Mehmet Ali Hoca’nın tahmini kadar bile uzun sürmez; iki yıl sonra defterini dürüverirler Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün. (1947)

Şehirliler, ağalar ve mütegallibeler, yeniden selâmete erişmiş olurlar böylece…

T E Ş E K K Ü R

3 Haziran 2013 Pazartesi günü, başarılı bir bypass (baypas) ameliyatı ile dört damarımı değiştirerek beni kısa sürede yeniden sağlığıma kavuşturan Sayın Prof. Dr. Ergun Demirsoy,

Sayın Doç. Dr. Mehmet Ümit Ergenoğlu ve Sayın Op. Dr. Kâmil Umut Şarkışlalı ile Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi (İstanbul / Göztepe) MEDICAL PARK Hastanesi’nin güler yüzlü hemşireleri ve hastabakıcıları ile tüm personeline yürekten teşekkürler!..

(*) Ahmet Hamdi Başar, herhangi bir insan değil, Atatürk’ün ekonomi danışmanıdır.

Hüseyin Erkan

Dilem Yayınevi Genel Yönetmeni